16 Mayıs 2011 Pazartesi

MEVLEVİLİK

MEVLEVİLİK


1- Kuruluşu


Ölüm gününü Hakk’la vuslat, sevgiliye kavuşma günü sayan Hz.Mevlânâ’nın bu dünyadan göçüp, sonsuzluk âlemine doğmasıyla onu tanıyanlar, fikir ve görüşlerini benimseyenler büyük acılara boğuldular. Başta oğlu Sultan Veled, Çelebi Hüsâmeddin ve diğerleri...


Hz.Mevlânâ’nın fikirleri ve yaşantısı kurumlaşmalı, yüzyıllar boyu tüm insanlığa uzanan bir el olmalıydı. İnsanlığı sevgiye, hoşgörüye, iyiliğe, doğruluğa ve güzel ahlâka yani İslâm’a çağıran bir el...


İslâm Peygamberi, yaratılmışların en yücesi Hz.Muhammed’in yüzyıllar önce tüm insanlığa yaptığı çağrıyı Hz.Mevlânâ da yineliyordu.


Bâzâ! Bâzâ! Her ân çi hestî bâzâ


Ger kâfîr u gebr u bût-perestî bâzâ


İn dergeh-i mâ, dergeh-i novmîdî nîst


Sad bâr eger tövbe-şikestî bâzâ





Gel!.. Ne olursan ol, yine gel...


İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta...


İster yüz kere tevbe etmiş ol, ister yüz kere bozmuş ol tevbeni...


Bizim kapımız umutsuzluk kapısı değil, nasılsan öyle gel. [28].


Çelebi Hüsâmeddin döneminde başlayarak, Sultan Veled ve onun oğlu Ulu Ârif Çelebi zamanında toplanan Mevlânâ âşıkları, Mevlevîlik Tarîkatı’nın temelini attılar ve sistemini oluşturdular. Muhtelif yerlerde tekkeler kurdular, vakıflar sağladılar, insanların gönüllerine ışık götürdüler [29].


Çok uzun bir süre geçmemesine rağmen Anadolu’nun pek çok yerinde Mevlânâ âşıkları mevlevîhânelerde toplanmaya başladılar. Oradan Arap Yarımadası’na,


Asya ve Avrupa’ya yayıldılar. Artık padişahlar da, gedâlar da aynı posta baş kesmedeydiler. Sultan III.Selîm, Sultan II.Mahmud gibi bir döneme damgasını vuran Osmanlı sultanları mevlevîhânelerde şeyhlerinin dizlerine baş koymadaydılar. Aşk, sınır tanımaksızın yüreklere ateşler yaktı, yaktı...


2 - Çile Sistemi


Mevlevîlik, mânevî bir eğitim sistemi olarak tarîkate giren nevniyâzları binbir gün süren “çile” denilen bir eğitimden geçiyordu. Çile şöyle uygulanıyordu:


Mevlevî olmaya karar veren kişi gençse, ailesinin rızâsı alınırdı. Kendisine bu yolun güçlükleri anlatılır, ısrâr eder ve kabûl olunursa “matbah” denilen eğitim bölümünde, kapıdan girince hemen sol tarafta, kapı dibinde bulunan postta üç gün oturtulurdu. Bu üç gün içinde iki diz üstünde başı eğik olarak oturan aday, orada yapılan işleri seyreder, mecbûriyet olmadıkça konuşmaz, mecbûr olmadıkça posttan kalkıp bir yere gidemezdi. Üç gün sonra huzûra çıkar, kararında durduğunu söylerse, geldiği elbiseyle on sekiz gün getir-götür işlerine bakardı. On sekiz günün sonunda ona artık mevlevîlerin özel kıyafetleri giydirilir ve çilesi başlamış olurdu.


Çile esnasında ortalığı silip süpürmek, odun getirmek, çarşıdan alış-veriş yapmak, çamaşır yıkamak gibi günlük işleri yapmaktan başka mutlaka sema’ meşk eder, mesnevî okur, kâbiliyeti varsa ney üflemek, kudüm vurmak, âyin okumak gibi mûsikî sanatı ile yahut hat, tezhîb, minyatür gibi diğer güzel sanatlarla ilgilenirdi. Bu meşklere, çilesini doldurmuş, hücre sahibi olmuş “dede” ler nezâret ederdi [30].


3 - Mevlevîlik ve Sanat


İslâm dininde mûsikî ve raksla ilgili ilk belgelere Meraga’lı Abdülkâdir’in Makâsidü’l Elhân adındaki eserinde, sema’a ise mîlâdî X.yüzyıldan itibaren bazı kaynaklarda rastlanır [31].


Mevlânâ’nın büyük bir din ve sanat bilgini olarak mûsikî hakkında yüceltici fikirleri vardı. Sofiyane vecd ve isitiğrakın, ilâhî ilham ve neşvenin kaynağı haline gelmiş olan gönlünü şiir, mûsikî ve sema’ gibi üç güzel sanatın ulviyet ve kudsiyetinde eritmişti. Bilhassa mûsikîyi bütün maddî ve fizîkî hâdiselerin üstünde tamamen ilâhî bir anlayış ve sezişle “Elest Bezmi’nin âvâzesi” diye târif etmişti. Bu yüzden mevlevihâneler, mânevî eğitim işlevlerinin yanı sıra devrin güzel sanatlar akademileri yahut konservatuarlarıydılar [32].


Mevlevîlerin zikri olan sema’, mutlaka mûsikî eşliğinde yapıldığından, mevlevîhânelerde nazarî ve amelî mûsikî eğitimi yaptırılmış, bu sebeple Türk Mûsikîsi’nin en büyük bestekârları mevlevîhânelerden yetişmişlerdir. Bu eğitimin yanı sıra edvârlar ve muhtelif nota mecmuaları tertip edilerek, eserlerin gelecek nesillere intikâli de sağlanmıştır.


Mûsikî sanatımız üzerinde Mevlevîliğin tesiri o kadar büyüktür ki, “Türk Klâsik Müziği mevlevîhânelerde gelişmiştir” denebilir.


Nefî, Neşâti, Fasih Ahmed Dede, Esrâr Dede, Nâbi, Şeyh Gâlib gibi divân edebiyatımızın büyük şairleri de mevlevîdirler [33].


Hz.Mevlânâ’nın tasavvufunda gâye aşktır. Hz.Mevlânâ, insanın sûretiyle değil, sîretiyle -yani iç âlemiyle- ilgilenmiş, rûhî olgunlaşmayı ve ahlâk kaidelerinin en yücelerine ulaşmayı hedef almıştır. Mevlevîlikte, tamamen rûhî bir tezâhür olan şiir, mûsikî, raks ve diğer güzel sanatlar insanı kötülüklerden uzaklaştırıp, ilâhî amaca yaklaştıracak araçlar olarak görülmüş, bu yüzden Mevlevîliğin önemli rükünleri hâline gelmiştir.


4 - Semâ’ Töreni


Mevlevîlik deyince ilk akla gelen semâ’, lügatte işitmek mânâsındadır. Terim olarak, mûsikî nağmelerin dinlerken vecde gelip hareket etmek, kendinden geçip dönmektir. Hz.Mevlânâ zamanında belli bir nizâma bağlı kalmaksızın dînî ve tasavvûfî bir coşkunluk vesîlesiyle icrâ edilen sema’, sonradan Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi zamanından başlayarak Pîr Âdil Çelebi zamanına kadar tam bir disiplin içine alınmış, sıkı bir nizâma bağlanmış; icrâsı öğrenilir ve öğretilir olmuştur [34]. Böylece XV.yüzyılda son şeklini alan Sema’ Töreni’ ne daha sonra sadece XVII.yüzyılda Nâ’t- ı Şerîf eklenmiştir [35].


Sema’, sembolik olarak, kâinatın oluşumunu, insanın âlemde dirilişini, Yüce Yaratıcı’ya olan aşk ile harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip “İnsan- ı Kâmil” e doğru yönelişini ifâde eder [36].





Mutrıb ve semâzenlerin şeyh postunu selâmlayıp, semâhânede yerlerini almalarından sonra şeyh efendi semâhâneye girer, mutrıb ve semâzenleri selâmlayıp posta oturur [37].


Mutrıbdaki saz grubu asıl olarak neylerden oluşur. Bulunduğu takdirde bu heyete rebab, kanun, tanbur gibi diğer sazlar da ilâve edilir. Neyzenlerin başında bir neyzenbaşı, âyinhanların başında da kudümzenbaşı vardır. Bütün mukaabeleyi kudümzenbaşı yönetir. Âyinhanlar iki veye üç kudümle usûl vurarak eseri okurlar. Ayrıca âyinhanlardan biri halîle (zil) ile, bir diğeri de zilsiz def (bendir) ile usûle iştirak eder [38].


Sema’ Töreni, “Nâ’t-ı Şerîf’le başlar. Nâ’t-ı Şerîf kâinatın yaratılmasına vesîle olan, yaratılmışların en yücesi Hz.Muhammed’i öven, Hz.Mevlânâ’nın bir şiiridir. XVII.yüzyılda bestekârlarından “Itrî” adıyla tanınan Buhûrîzâde Mustafa Efendi’nin Rast makamından bestelediği bu na’t-i, na’t-hân ayakta ve sazsız okur.


Na’t’i, kudüm darbları izler. Bu Yüce Yaratıcı’nın kâinata “ol” emridir. İslâm inanışına göre Allah, insanın önce cansız bedenini yaratmış, sonra ona kendi ruhundan üfleyerek diriltmiştir. Na'’t’den sonra yapılan ney taksimi işte bu ilâhî nefesi temsîl eder [39].


Taksimden sonra peşrevin başlaması ile şeyh efendi ve semâzenler, sema’ meydanında sağdan sola doğru dârevî bir yürüyüşe başlarlar. Semâ’ meydanını üç kez dolaşmaktan ibâret olan bu yürüyüşe “Devr-i Veledî” denir [40].


Semâhânenin giriş kapısı ile tam karşıdaki kırmızı post arasında var olduğu kabul edilen bir çizgi, semâhâneyi iki yarım daireye böler. “Hatt-ı istivâ” denilen bu çizgi, mevlevîlerce kutsal sayılır ve aslâ üzerine basılmaz [41].


Devr-i Veledî esnâsında, şeyh postunun hemen önünde sema’ törenine adını veren bir olay cereyan eder; “mukâbele” yani karşılaşma...Semâ’ meydanının sağ tarafından post hizasına gelen semâzen, Hatt-ı İstivâ’ya basmadan ve posta sırt çevirmeden dönerek karşıya geçer. Böylece arkasından gelen semâzenle karşı karşıya gelir. Bir an göz göze gelen iki derviş, aynı anda öne doğru eğilerek birbirlerine baş keserler. Buna “Mukâbele” denir [42].


Postun tam karşısında Hatt-ı İstivâ’nın sema’ meydanını kestiği noktaya gelen derviş burada da baş keser ve Hatt-ı İstivâ’ya basmadan yürüyüşüne devam eder [43].


Üçüncü devrin sonunda şeyh efendinin posttaki yerini almasıyla Devr-i Veledî tamamlanır. Bu devirler, şeyh denilen mânevî terbiyecinin rehberliğinde Mutlak Hakîkat’i “İlm-el Yakîn” olarak bilişi, “Ayn-el Yakîn” olarak görüşü, “Hakk-al Yakîn” olarak da O’na erişi sembolize eder [44].


Kudümzenbaşının Devr-i Veledî’nin bittiğini îkâz eden vuruşları ile neyzenbaşı kısa bir taksim yapar ve âyin çalınmaya başlar. Semâzenler tek tek şeyh efendiden icâzet alıp, sema’a başlarlar [45].


Sema’, her birine “selâm” adı verilen dört bölümden oluşur ve semâzenbaşı tarafından idâre edilir. Semâzenbaşı, semâzenlerin dönüşlerini kontrol ederek intizâmı temin eder [46].


I.Selâm, insanın kendi kulluğunu idrâk etmesidir.


II.Selâm, Allah’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymayı ifâde eder.


III.Selâm bu hayranlık duygusunun aşka dönüşmesidir.


IV.Selâm ise insanın yaratılıştaki vazîfesine yani kulluğa dönüşüdür. Çünkü İslâm’ da en yüce makam, kulluktur [47].


IV.Selâm’ın başlaması ile “postnişîn” yani şeyh efendi de hırkasını çıkarmadan ve kollarını açmadan sema’ a girer. Postundan sema’ meydanının ortasına kadar dönerek gelir ve yine dönerek postuna gider. Buna “Post Semâ’ı” denir.


Bu arada IV.Selâm bitmiş, Son Peşrev ve Son Yürüksemâî çalınmış, son taksim yapılmaktadır [48].


Şeyhin posttaki yerini almasıyla Son Taksim de sona erer ve Kur’an-ı Kerîm’den bir bölüm yani “Aşr-ı Şerîf” okunur. Son dualar, Allah’ın adı olan “Hû” nidâları ile son selamlaşmalarla Semâ’ Töreni sona erer. Şeyh Efendi’den sonra semâzenler ve mutrıp da şeyh postunu selâmlayıp semâhâneyi terkederler [49].

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder