16 Mayıs 2011 Pazartesi

MEVLANA HAKKINDA ESERLER

 MEVLANA HAKKINDA ESERLER
1.    mevlana'nın eserleri ve hayatı hakkında son dönemde
yazılmış araştırma kitaplarıdır. bir listesi;

Mevlana'da insan Olmak
H. Zekai Yiğitler
Alfa Basım Yayım Dağıtım

Mevlana'nın Mesnevisinden Seçmeler
Mehmet Zeren
Parıltı Yayınları

Aşk Peygamberi Mevlana'nın Hayatı
Nezihe Araz
Özgür Yayınları

Mevlana ve Mevlevilik
Mehmet Önder
Aksoy Yayıncılık

Mevlana'dan Altın Öyküler
Hakan Büyükdere
Kozmik Kitaplar

Sevakıb-ı Menakıb Mevlana'dan Hatıralar
Süheyl Ünver
işaret Yayınları

Mevlana'dan Öyküler
Sadık Yalsızuçanlar
Timaş Yayınları

Mevlana'dan Masallar
Ali Enver Ercan
Varlık Yayınları

Mevlana: Hayatı, Şahsiyeti, Tefekkürü
Selahaddin Yaşar
Nesil Yayınları

Mevlana
Fatıma Keskin
Kastaş Yayınları

Kubbe-i Hadra'nın Gölgesinde Mevlana Celaleddin Rumi Üzerine Makaleler
Emine Yeniterzi
Rumi Yayınları

Bir Anadolu Hümanisti Mevlana
Radi Fiş
Evrensel Basım Yayın

Mevlana insanlığa, Sevgiye ve Barışa Adanmış Bir Hayat
Derleme
Kar Yayınları

Düşündüren Mevlana
Ziya Elitez
Kozmik Kitaplar

Edebiyatımızda Mevlana
Hilmi Yücebaş
Leyla ile Mecnun Yayıncılık

Mevlana'nın Hayatı, Eserleri ve Mevlana Müzesi
Erdoğan Erol
Tablet Basım Yayın

Bilinmeyen Mevlana Ararsan Mevlana'yı Kendinde Ara
Burhan Yılmaz
Kozmik Kitaplar

Aşk Çağlayanı Mevlana
Vehbi Vakkasoğlu
Nesil Yayınları

Mevlana Tarihi Şahsiyetler 1
inci Şahin
Semerkand Yayınları

içimizdeki Mevlana
Cihan Okuyucu
Bilge Yayıncılık

Mevlana Yaşamı ve Şiirleri
Yılmaz Yeşildağ
Gün Yayıncılık

Mevlana Hayatı, Sanatı, Eserleri
Osman Nuri Ekiz
Toker Yayınları

Batı Düşüncesi ve Mevlana (tam olarak tanımlama entry'sine uymasa da listeye aldım.
ismail Yakıt doğu-batı kıyaslaması yapmak isteyenlere faydalı olabilir)
Ötüken Neşriyat

Ariflerin Menkıbeleri 1 Mevlana ve Etrafındakiler
Ahmed Eflaki
Remzi Kitabevi

Mevlana Hayatı, Şahsiyeti,Fikirleri
Şefik Can
Ötüken Neşriyat

Ana Tanrıça'dan Mevlana'ya (bu kitapta entry'ye tam olarak uymuyor.
Ali Canip Olgunlu salt mevlana kitabı olmasada tarihsel perspektifi
Karakutu Yayınları bakımından listeye alma gereği duydum)

Tebriz'in Kış Güneşi (mevlana ve şems-i tebrizi ilişkisine odaklanan bir roman.
Nefrin Tokyay kişisel olarak tavsiye ederim)
Pan Yayıncılık

Bir Kadının Kaleminden Şems ve Mevlana (şiir kitabı)
Yelda Karataş
Alfa Basım Yayım Dağıtım

Mesnevi Tercemesi ve Şerhi Cilt: 1-2
Abdülbaki Gölpınarlı (Abdûlbâki Gölpınarlı)
inkılap Kitabevi

Mevlana'nın Yedi Sırrı
ibrahim Murat
ilgi Yayınları

Risale-i Sipehsalar Hazreti Mevlana'nın Menkıbeleri
Sipehsalar Mecdüddin Feridun
Rumi Yayınları

Mevlana'dan Ruha Dokunan Düşünceler
Aslı Aker
Carpe Diem Kitapları

Mevlana'dan Rubailer 431 Rubainin Rubai Vezinleriyle Türkçe Söyleninişi
Hamza Tanyaş
Kaknüs Yayınları

Aşk Olsun Barış Olsun Bugünü Mevlana ile Anlamak
Kemal Sezer
Nokta Yayınları

Aşk ve Esrar Mevlana'dan Hikmetli Sözler
Tarık Velioğlu
Nesil Yayınları

Mevlana Gizli Öğretisi
(uzak durmanızı tavsiye ederim. ticari bir kitap.
gizli öğreti kitaplarla anlatılamaz.
gizliliğin ortadan kalkışı inisiyasyonla mümkündür.)
)


2.    aşk
elif şafak.


MEVLANA DA İNSAN


 MEVLANA DA İNSAN
Mevlana’ya göre Yüce Tanrı, kendi sanat ve sıfatını göstermek isteyince dünyayı yarattı. Kendi
zatını göstermek isteyince de Adem’i yarattı(Eflaki II:103).

Hiç şüphe yoktur ki; Adem oğlu, aşağının aşağısının aşağısı bir bedenle, yücenin yücesinin
yücesi bir candan meydana gelmiştir. Yüce Hak, en üstün kudretiyle bu iki zıddı birleştirmiştir. O yüce
candan yüzlerce, yüz binlerce hikmet meydana gelir. Bu yoğun bedenden de yüz binlerce karanlık
pusu yeri meydana gelir. Bundan dolayı da Yüce Tanrı “Gerçekten Ben, topraktan insanı yarattım,
sonra da onun yaratılışını tamamlayıp kemale getirince ruhumdan ruh üfürdüm ona; meleklere de
hemen secdeye kapanın ona karşı” buyurmuştur(Mektuplar:143). İşte bu yüzden Tasavvufta olduğu
gibi Mevlana’da da insan kutsal bir varlıktır.
Mevlana “mümin müminin aynasıdır” sözünü şöyle açıkladı: “Tanrı’nın adlarından birisi de
mümindir. İman eden kul da mümindir. “Mümin müminin aynasıdır” demek, “Tanrı onda o aynada
tecelli etti” demektir. Yani ayna gibi olan mümin kulda, mümin olan Tanrı tecelli ediyor demektir
Tanrı’yı görmek istiyorsan, gel aynaya bak da onu gör(Eflaki II: 78).

Mevlana’nın hocası şems, bir seyahati esnasında bir adama rastladı. Bu adam genç bir çocuk
görse bunu seyretmekten kendisini alamıyordu. Bunun üzerine Şems ona “Hey bu ne haldir?” diye
sordu. Adam buna şu cevabı verdi: “ Güzellerin yüzü ayna gibidir. Ben Tanrı’yı o aynada gözlüyorum.”
dedi. Şems buna karşılık: “Ey ahmak, madem ki, Tanrı’yı su ve toprak aynasında görüyorsun, niçin
can ve gönül aynasına bakıp da kendini aramıyorsun” dedi. ( Eflaki II, 206).

Mevlana, insanın kutsallığını bir başka şekilde şöyle ifade etmiştir: “Dağ, taş, su, ateş, yel bile
insana secde etmededir. Birkaç lüzumsuz münafık secde etmemiş noksan mı gelir insana”(Fihi
Mafih:226).

VAROLUŞ FELSEFESİ

İslâm Alemindeki Yaratılış Hakkında Görüşler - Elementlerin Hal Değiştirmesine Dayanan Varoluş Felsefesi




08
“Mineral öldüm ve doğdum,
 Bitki öldüm ve hayvan  bir bitki 
Hayvan öldüm ve insan oldum.
Korku niye? Ne zaman daha az ölümsüzüm?
Tekrar bir daha insan olarak öleceğim,
Kutlu meleklerle beraber uçmak için,
Hatta  meleklikten daha öte geçeceğim” (Mevlânâ)

Elementlerin hal değiştirmesine dayanan görüşü Mevlânâ dile getirmiştir. Mevlânâ, on  üçüncü yüz yılda yaşamış, büyük bir Türk Mutasavvıfı ve düşünürüdür. Ona göre, cansız diye bir varlık yoktur. Her varlık canlı ve ruha sahiptir. Fakat, varlıkların canlılık dereceleri farklıdır. Bazıları hislerle algılanabilecek kadar canlı olduğu halde, bazıları mevcut hislerle algılanamayacak seviyede bir canlılık gösterirler.
Mevlânâ, varlıklar âlemindeki  hareketi, muhtemelen canlılık vasfı olarak kabul etmişti. Bilindiği gibi, gerek molekül seviyesinde ve gerekse atom seviyesinde bütün varlıkların yapısında hareket mevcuttur.
Mevlânâ, Allah’ın “Ol” emriyle yaratılışın başladığını ve bundan İlk Akıl ‘ın yaratıldığını, bundan da zaman içinde diğer varlıkların hasıl edildiğini belirtir. İnsanın, yapısını teşkil eden elementlerin sırasıyla; topraktan, bitkiden ve hayvandan insan seviyesine çıktığına işaret eder:
Bütün âlem, her şeyin Rabbi olan
Allah’ın Ol kelimesinin müteakibi
İlk Akl’ın suretidir.
İlk olarak o (İlk Akıl)
Cansız dünyasında göründü,
Oradan bitkiler dünyasına geçti,
Ve bir çok sene bitki hayatı yaşadı,
Sonra hayvanî varlık için yol aldı
Ve aynı şekilde güzel çiçekler mevsiminde,
Bebeklerin nefes isteyip,
Niçin istediklerini  bilmedikleri gibi,
Kendisinin, O’na yönelme arzusunu hissedince,
Kurtuldu.
Tekrar, hikmet sahibi Yaratıcı,
Ki sen O’nu bilirsin,
Onu hayvanlıktan insan mertebesine yükseltti.
Ve böylece varlıktan varlığa geçerek,
O akıllı oldu (1).
Mevlânâ, varlıkların, elementlerin şekil değiştirerek bir halden bir başka hale geçmesiyle teşekkül ettiğini ilk ileriye sürenlerdendir. O, topraktaki elementlerin bitkiye geçerek, maden seviyesinden bitki seviyesine çıktığına işaret eder. Bitkileri  de hayvanların yemesiyle, bitki mertebesinden hayvan mertebesine yükseldiğini nazara verir. Bitkiyi, ya da hayvanı, insanın yemesiyle de, o elementlerin insan mertebesine çıktığını belirtir. Bu her mertebeye geçişi de bir ölüm olarak kabul eder ve her ölümden sonra yeniden daha mükemmel bir varlık olarak dirilmeye işaret eder.
Aslında Mevlânâ, günümüzde bilinen fizik ve kimya kanunlarına göre, atom ve moleküllerin, canlı varlıkların bünyesinde nasıl yer aldığını ifade etmektedir. O, bunu şöyle bir şiirle  nazara verir:

“Mineral öldüm ve bir bitki oldum,
Bitki öldüm ve hayvan doğdum,
Hayvan öldüm ve insan oldum.
Korku niye? Ne zaman daha az ölümsüzüm?
Tekrar bir daha insan olarak öleceğim,
Kutlu meleklerle beraber uçmak için,
Hatta  meleklikten daha öte geçeceğim (2).
Mevlânâ, varlıklardaki bu değişimi, bir ahırdan bir başka ahıra geçme şeklinde de ifade etmektedir:
Varlık ahırından cemadat (cansızlık) ahırına, ve cemadat ahırından bitkiliğe, bitkilikten hayvanlığa, hayvanlıktan insanlığa, insanlıktan melekliğe ve daha böylece sonu gelmeyen ahırlara Allah iletir. O, sana bunları, O’nun birbirinden  üstün olan bu türlü ahırlardan  daha bir çok ahırı bulunduğunu kabul ve itiraf etmen için göstermiştir(3).
Mehmet Bayraktar, Câhız ve Mevlânâ’nın, maymundan insanın meydana geldiğini kabul ettiklerini ileri sürüyor ve şöyle diyor:
“Cahız, Mevlânâ ve Abdülkadir Bidil’in ortaklaşa savundukları ikinci modele göre maymunun bizzat insana dönüşümü söz konusudur. Yani insan, hayvan türlerinin en mükemmelleşmiş türü kabul edilen bir maymun türünün evriminden meydana gelmiştir”(4).
İkinci model dediği konuyu Bayraktar şu şekilde özetliyor:
“Bütün kâinat ve varlık türleri Allah’ın hür iradesiyle yarattığı tek bir çekirdek varlığın evrimiyle meydana gelmiştir. Basit türlerden kompleks türlere doğru bir sıra takip eden  bu zincirleme evrimde bir üst tür, bir alt türün transformasyonu, yani dönüşümüyle ortaya çıkar”.
Bu yorumlar tamamen Bayraktar’ın kendi görüşünü yansıtmaktadır. Zira, Mevlânâ’nın bu konu ile ilgili görüşleri yukarıda verildi. Mevlânâ’nın burada  nazara verdiği, insanın bünyesinde yer alan atomların başlangıçta toprakta bulunduğu, oradan bitkiye geçerek bitki seviyesine yükseldiği, onu hayvanın yemesiyle,  elementlerin hayvan mertebesine çıktığı, hayvanı da insanın yemesiyle, insan seviyesine yükseldiğidir. Ölümle de, melekler seviyesine çıkacağına işaret eder.
 Bayraktar, sözü edilen kendi kitabında da Mevlânâ’nın  bu şiirleri dışında başka bir metnine yer vermez. Bayraktar’ın bu  sonuca nasıl ulaştığını bilemiyoruz. Ayrıca o, hemen bir sayfa ileride bu görüşünün aksini verir:
Meselâ, Câhız’a göre, türler aktüel olarak evrimleşirken, bir alt türün bir üst türe dönüşmesi teorik olarak mümkün olduğu halde, diğer bütün evrimcilere göre, her tür, bir başka türe dönüşmeksizin, ancak kendi içinde  sonsuza doğru kendi türünün daha üstün variantlarını vermek için  evrimleşmektedir(5).
Bayraktar’ın bu değerlendirmesiyle, yukarıda, Mevlânâ’nın evrim görüşü hakkındaki yorumunu telif mümkün değildir. Bir Müslüman olarak Mevlânâ, Allah’ın insanı topraktan, sudan ve çamurdan yarattığını beyan eden Kur’an âyetlerinden  elbette haberdardı. Dolayısyla, Mevlânâ’nın, Kur’an âyetlerine ters düşecek böyle bir hükmü ortaya koyması  söz konusu olamaz.

MEVLANANIN İNSAN ANLAYIŞI







İnsanı ilk defa konu alan sofistlerdir. Ondan önceki filozoflar insanla ilgilenmişse de fazla üzerinde durmayıp doğaya yönelmişlerdir. Fakat sofistler söz sanatını kullandıkları için insanlarla daha çok iç içe olmuşlardır. Konuşmalarıyla insanları etkilemek istedikleri için insanların psikolojik yönlerine eğilip

onların duygularını

düşüncelerini bakış açılarını öğrenmeye çalışmışlardır. Daha sonra filozoflar insan hakkında değişik tanımlar yapar. Örneğin: filozoflar insanla ilgilenmişse de fazla üzerinde durmayıp doğaya yönelmişlerdir. Fakat sofistler söz sanatını kullandıkları için insanlarla daha çok iç içe olmuşlardır. Konuşmalarıyla insanları etkilemek istedikleri için insanların psikolojik yönlerine eğilip

onların duygularını

düşüncelerini bakış açılarını öğrenmeye çalışmışlardır. Daha sonra filozoflar insan hakkında değişik tanımlar yapar. Örneğin:




Platon “İnsan iki ayaklı tüysüz bir hayvandır.”




Sokrates: “İnsanın kendini bilme ilkesi” olarak tanımlamıştır.




Aristo: “Düşünen hayvan” ve “Toplum kuran canlı” diye tanımla-




mıştır.




Nietzsche "Hayaları olmasaydı Tanrı derdim"demiştir.




Batı dünyasında ki insan tanımları hep hayvanlarla bağlanarak yapılmıştır. Onlar insanın hayvanlarla benzer yanı olduğunu ve farkın sadece akla sahip olup

düşünmesi olduğunu belirtmişlerdir. Yani onlarda insanın değeri çok önemli olmamıştır. Tabi bu filozoflarımız insanın fiziki olarak tanımını vermiştir. Türk İslam dünyasında ise filozoflarımız şöyle tanımlamıştır:




İbn Haldun: “İnsan geleneklerin ve alışkanlıklarının çoğudur

tabiatının ve mizacının değil”




İbn Sina: İnsanın tanımına düalist bir yaklaşımla bakar.




İslam filozoflarımızın tanımlarına baktığımızda Batı dünyasının tanımlarından farklıdır.Burada ise insana daha çok önem verilmiştir. Bu önemde yaratıcının yarattığı en mükemmel varlık olduğu içindir. Batı dünyası fiziki olarak ele alırken

İslam dünyası insanı akıl

ruh ve nefis olarak tanımlar.Görüldüğü gibi tanımlar farklı farklıdır.




Mevlana ise insanı İslam filozofları gibi tanımlar. Onun felsefesinde merkezde birey vardır. ”Ona göre

Tanrı ses ve söz olarak insanda belirmiştir.İnsan kendisindeki Tanrı sırrına aşkla erişir ve bilgi sahibi olur.”

[1]

Ve insanı hem aşık hem de maşuk olarak görür.Yani hem seven hem de sevilendir. Onu diğer canlılardan üstün tutar. Çünkü insanı Allah yaratırken ona kendi ruhundan üflemiştir ve insan Allah’tan bir eser taşır.Bu yüzden o kesinlikle insanlar arasında ayrım yapmaz

ister dinsiz

ister ahmak

isterse fakir veya zengin olsun… Onun yanında herkes birdir. Allah herkesi ayrım yapmadan yaratmıştır. İnsanlardan da asla şikayet etmemiştir. Kim ki şikayet ederse ona göre Allah’ isyan etmiş ve yarattığı en yüce varlığı inkar etmiş oluyordu. Çünkü onun gayesi insandı

insanları hidayete ulaştırmak ve ebedi mutluluğuna vesile olmaktı. İşte bunu da Kuran

sünnet ve peygamberimizin izinden giderek gerçekleştirmişti.




O çok alçakgönüllü bir insandı.Çevresinde sultanlar

birçok alim

zengin

soylu kişiler olmasına rağmen o hep fakirlerle

kimsesizlerle

yardıma muhtaç insanlarla vakit geçirirdi. Uygunsuz konuşmalara katılmaz

çok zorlandığı durumlarda da yumuşak bir şekilde konuşmak istemediğini belirtirdi. Mevlana

cariyelere

hizmetkarlara karşı tavırlarında ve anlayışında da güzel ahlaklıdır. Suçlu-ları hor görmez

hep

affederdi.Çünkü insanların kötülük yapmasını onların bilgisiz olmasına bağlardı. Mesnevi’de bu konuda şunları söylemiştir: ”Kişiler kendi ayıplarını önceden görseydi

kendini düzeltmekten nasıl uzak olurdu?” “Kendi ayıbını gören cana ne mutlu!Ayıp söyleyen

ayıbı kendine satın alır.”

[2]




Çocuklara karşı merhametli ve şevkatliydi. Onlara kızmaz ve onları incitmezdi. Barışcıl ve birleştirici yönü vardı. İnsanlara helal lokmayı tavsiye ederdi. Peygamberimizin “Gücün varsa istemekten sakın” sözü doğrultusunda çevresindeki insanlara dilenmeyi yasaklamıştır. Ellerinden geldiğince alın teri ile kazançlarını sağlamalarını tavsiye eder.




İnsanları iyi ve kötü ayrımı yapmamıştır ama insanın kötü yanın-




dan da bahsetmiştir. “Deri ilaçla bela çeker; Taif derisi gibi hoş olur. Yoksa ona acı ve keskin ilaç sürülmeseydi

kokardı; nahoş ve pis kokulu olurdu. İnsanı tabaklanma-




mış

rutubetlerden çirkinleşmiş ve ağırlaşmış deri bil.”

[3]

Görüldüğü gibi Mevlana burada insanın kendisinin belaya yatkın olduğunu belirtmiş ve eğer insanlar acı ve kötülükten kurtulmayı yani iyiyi istemeseydi insanın çok çirkin bir varlık olacağı-




nı Mesnevi’sinde belirtmiştir.




Ona göre “İnsanı sevmek Tanrı’yı sevmektir sözleriyle varlığın özünü

mutlak güzellik ve iyiliği tüm yaratılmışlar içinde sade insanın sezebileceğini




belirtir. Madem ki evren Tanrı’nın kudretinin ortaya çıktığı alandır

hayattaki her şey Tanrı adına sevilir ve korunur. Evrendeki düzen ve yasa bize

kendimizde bulmamız gereken uyum ve ölçü için de bir örnek oluşturur. Madem ki insan varlıkların en şereflisidir

insanlar arasındaki sevgi dostluk bağı ve yardımlaşma ahlakın özüdür ve ibadet özelliği taşır.”

[4]

Buradan da anlaşıldığı gibi Mevlana tam bir güzel ahlak abide-




sidir. Onun gibi düşünen diğer filozofumuz olan Yunus Emre’de insanların Tanrı sevgisi ile bir birlik oluşturulabileceğini düşünmüştür. Ve der ki “Yardanı sevdik yaradandan ötürü.” Yaradanına duyduğu aşkı da şöyle dile getirir:




“ Ben yürürem yane yane




Aşk boyadı beni kane




Ne akılem ne divane




Gel gör beni aşk neyledi…”




İnsanların kardeşlik hoşgörü ve sevgi içinde olmaları konusunda Yunus Emre şöyle der:




“ Adımız miskindir bizim
Düşmanımız kindir bizim
Biz kimseye kin tutmayız
Kamu alem birdir bize…”




Sonuç olarak Mevlana tasavvuf yolunu seçip onu en güzel şekilde yaşayıp

insanlara da yaşatmaya çalışmıştır. İlahi aşka önem verip onu yüceltmiştir. Varlığın bilgisini elde etmek için akıla başvurmamıştır. Ancak ve ancak aşkla elde edileceğini savunmuştur. Ve bu dünyada insanın gayesi Allah’a ulaşmak olması gerektiğini düşünür.Bu konuda Plotınos’aynı fikirdedir.Onun felsefesinde de insanın gayesi Bir’e ulaşmaktır.




“Mevlana düşünce biçimi

dini

bilimi

Allah sevgisini harmanlamış

sevgiyi her bir düşünce ve eyleminde insanı

sevgiyi ve dini merkeze almış

tüm bu unsurları yüzyıllardır eskimeyen bir biçime sokmuş

kitlelerin hala ona hayran olmasını ve onun yolundan gitmesini sağlamıştır.Tüm eserlerinde bu harmanı

tüm insanlığın anlayabileceği biçimde anlatmış

örneklerle güçlendirmiş

böylece tüm dünyada da benimsenmesini sağlamıştır. Yaşadığı coğrafyanın etnik çeşitliliğiyle bir kaynaşma ortamı yaratan Mevlana

böylece birkaç kültürü de bir araya getirmiştir.

[5]




Mevlana’nın felsefesini; az yemek

az konuşmak

az uyumak

şehvete önem vermemek

nefse hakim olmak

insandan gelen her türlü eziyete katlanmak

kötü insanlardan uzak durup

iyilerle birlikte olmak ve asla Allah’ın yasaklarına karşı gelmemek

Kuran ve peygamberin izinde gitmek şeklinde özetlene-




bilir.


HZ.MEVLANA NIN KADER VE İRADE HAKKINDA DÜŞÜNCELERİ



HZ.MEVLANA NIN KADER VE İRADE HAKKINDA DÜŞÜNCELERİİmanın şartlarından biri de kaza ve kadere iman etmektir.ancak insan iradesinin kader karşısındaki durumu kelam ilminde bir tartışma konusu olmuş; bazı alimler insanın her fiilinin cenab-ı Hakk’ın tayin ettiği kadere bağlı olduğunu

dolayısıyla seçme hakkına sahip olmayan insanın yaptıklarından sorumlu tutulmayacağını savunmuş; bir diğer grup da insanın sınırsız bir irade hürriyetine sahip olduğunu iddia ederek ilahi kaderi inkar noktasına gelmiştir. Toplumun tartışmalı konularına çözümler getiren gerçek bir aydın ve rehber olan Mevlana nın bu konudaki düşünceleri incelenince O nun orta yolu tutarak hem insanın irade ve hürriyetinin

hem de ilahi takdirin mevcudiyetini kabul ettiği görülür.

Mevlana öncelikle ilahi iradenin insan iradesinin üzerinde olduğunu ve kulun bu takdiri yenmesinin mümkün olmadığını belirtir. Cenab-ı Hak

irade ve kudret sıfatıyla her insan üzerinde bir takım tasarruflarda bulunur ki

insan bunları bertaraf edecek güce sahip değildir. Mevlana bu konuda firavun ve Hz.Musa ile ilgili çarpıcı bir örnek verir:
Rüyasında saltanatını yıkacak bir peygamberin dünyaya geleceğinin gören firavun

bazı tedbirler alır. Önce bütün eşleri birbirinden ayırarak beklenen peygamberin doğmasını engellemek ister .daha sonra müneccimlerden bu çocuğun dünyaya geldiğini öğrenince o yıl doğan bütün çocukları öldürtür.Hz. Musa nın annesi çocuğunu ölümden kurtarmak için onu beşiğiyle nil e bırakır. Suda sürüklenen beşik firavunun sarayının önüne gelir ve firavunun eşi çocuğun ölümüne mani olur.firavun bilmeden can dostunu kendisi büyütür. Bu örnekte insanın tedbirle takdir dairesinden çıkmaya muktedir olmadığı anlatılırki

imanın esası olan kader inancı bu mahiyettedir.

Bazı olaylar da insanın düşüncesi

hayali veya isteği dışında gerçekleşir. Bunlara karşı koymak elden gelmez. Hz. Ömer in yaşadığı bir olay

bu duruma örnek teşkil eder. İslamiyeti kabul etmeden önce kızkardeşinin Müslüman olduğunu öğrenince müthiş bir öfkeyle peygamberimizi öldürmek ister. Ancak Hz. Peygamberin huzuruna gelip O nun nurlu yüzünü görünce öfkesi geçer ve Müslüman olur. Kureyş müşrikleri onun peygamber katili olarak dönmesini beklerken o yüce peygamberin can dostu ve ona zarar vermek isteyenlerin düşmanı olarak geri döner. (fihi ma fih)

Butaya kadar anlatılanlardan insanın bütünüyle pasif olduğu sonucu da çıkartılmamalıdır. Zira insana seçme hakkına sahip olduğu konularda cüz’i iradesiyle karar verme hürriyeti verilmiştir. Cenab-ı Hak

insana iyiyi ve kötüyü birbirinden ayırt etmesi için akıl

ilim ve din vermiş

doğru yolu öğrenmesi için kendisine rehber olacak peygamber ve kitaplar göndermiş ve dünyadayken yaptıklarından sorumlu tutacağını

buna göre ceza ya da mükafat vereceğini bildirmiştir. O halde insan cüz’i iradesiyle yaptıklarından sorumlu bir varlıktır.

İnsanlara hidayet yolunu öğretmek için indirilen kuran-ı kerim

emir ve yasaklara dair hükümlerle doludur.” İnsanda irade olmasaydı Cenab-ı Hak

da emirlerini göndermezdi.” Diyen Mevlana

“iki iş arasında tereddüte düşeriz.seçme hakkı olmasaydı bu tereddüt nasıl olurdu?eli ve ayağı bağlı kimse bu işi mi yapsam o işi mi der mi?” sözleriyle de tereddütün seçme hakkına bağlı olduğunu belirtir.

Mevlana ya göre yapılan işten kaderi sorumlu tutmak şeytana

sorumluluğu kabul etmek de insana özgü bir davranış şeklidir. Çünkü iradeyi yok sayarak suçunu kadere yükleyen ilk varlık şeytan

insanın yaptığı işten sorumlu olduunu kabul eden ilk insanlarda Hz. Adem ile Hz. Havva dır. Hz. Adem ve eşi

şeytanın hilesine aldanarak kendilerine yasak meyveyi yedikten sonra “dediler ki : ey Rabbimiz biz kendimize zulmettik. Eğer bzi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz” (araf

7/23) ayetinde belirttiği üzere hür iradeleriyle yanıldıklarını itiraf etmişlerdir.

“hırsızlık suçuyla hakim karşısına çıkan ‘ne yaptıysam Allah’ın takdiriyle oldu’ deyince hakim de ‘ben de seni Allahın emriyle cezalandırıyorum’ der” örneğiyle Mevlana

herkesin ektiğini biçtiği

içkiyi içenin sarhoş olduğunu

çalışana verildiğini belirterek sorumluluğu da insan olmanın gereklerinden biri olarak görür.

Özetle

Mevlana nın kader ve irade konusundaki düşüncelerini cüz’i iradeyi inkar edip her fiili cenab-ı Hakk’a yüklemenin sorumluluktan kaçmanın yanlış olduğu; insanın her türlü iradesiyle iyiyi

doğruyu ve güzeli arama yolunda çalışması elinden gelen gayreti gösterdikten sonra kadere teslim olması

tevekkül etmesi yönündedir.

ŞEMS VE MEVLANAA

MEVLANA MÜZESİNDEN...

  1. MEZAR ODASININ SIRRI

    O muzenin kapisindan iceri girerken, karsima
    ‘Da Vinci sifresi’ gibi esrarengiz bir hikayenin
    cikacagini bilmiyordum.

    Bu, bir sanduka ve onun altindaki mezarin hikayesi.

    Ama oyle basit bir hikaye degil.

    Hikaye 13’uncu yuzyilda basliyor ve
    1930’da esrarengiz bir aile trajedisine
    kadar uzaniyor.

    Hikaye beni cok etkiledi.

    Sizi de etkileyecegini tahmin ediyorum.

    SAF TUTMUS SANDUKALAR ARASiNDA

    Hayatimda ilk defa Konya’ya gitmistim.

    Konya’da Mevlana Muzesi’nin kapisindan
    ilk adimimi attigimda, belki de sadece benim
    hissettigim mistik bir ruzgar esti ve beni icine
    alip goturdu.

    Hayatimda hicbir mekan daha ilk anda beni bu
    kadar etkilememisti.

    icerden cok hafif bir ney muzigi geliyordu.

    Sag tarafta, sanki saf tutmus sandukalari
    goruyordum.

    Yanimda Mevlana Muzesi Mudur Yardimcisi
    Dr. Naci Bakirci vardi.

    Mevlana’nin sandukasinin onune gelinceye kadar,
    mistik bir turistten farkli degildim.

    Ancak o sandukanin onunde Dr. Bakirci’nin anlattigi
    o muthis hikaye basladi.

    Daha dogrusu, o sandukanin altindaki
    ‘mezar odasinin sirri’...

    500 METREYİ SEKİZ SAATTE ALAN CENAZE

    Nefesimi kestim ve onu dinledim.

    iste ondan dinlediklerim.

    Anlatildigina gore her sey 1273’te Konya’da
    kaldirilan bir cenazeden sonra basladi.

    Mevlana Celaleddin-i Rumi, 17 Aralik 1273
    gunu vefat ediyor.

    Cenazesine yuzbinlerce insan katilmis.
    Naasi, iplikci Camii’nden, 500 metre ilerdeki
    bu turbeye 8 saatte getirilebilmis.

    Muslumanlar Mevlana’nin naasini defnedebilmek
    icin gayrimuslimlerin cenaze cemaatinden cikmasini
    istemisler. Ancak onlar, ‘Bize İsa’yi da Musa’yi da
    Mevlana ogretti’ diyerek bunu reddetmisler.

    Mevlana’nin kabrinin altina bir ‘mezar odasi’
    bulunuyor.

    MEZAR ODASİNA 700 YİLDA 1 KİSİ İNDİ

    Eski Turklerde mezarlarin altina Farsca ‘zir-i zemin’
    yani ‘zeminin alti’ denilen bir mezar odasi yapilirmis.

    Mevlana’nin naasi da boyle 4 metrelik bir mezar
    odasina konmus.

    Ancak o tarihten bu yana mezar odasina kimse
    inmemis.

    Sadece bir kisi haric.

    Rivayete gore Sultan Dorduncu Murad,
    Mevlana’nin turbesini ziyarete geldiginde,
    mezar odasinin icinde ne oldugunu cok merak etmis
    ve bu odaya girmek istemis.

    Ancak donemin Mevlevi buyukleri, buna kesinlikle
    karsi cikmis ve girmesini engellemisler.

    Bunun uzerine Sultan, elindeki tespihi, agzi acik
    odanin icine atmis.

    Veya dusurmus.

    Bu tespihi almak uzere 7 yasinda bir kiz cocugu
    mezar odasina indirilmis.

    Bilinen tek sey, odanin iki tarafindan asagi dogru
    merdivenlerin indigiymis.

    Kiz cocugu mezara inip ciktiktan sonra dili tutulmus.

    Dr. Naci Bakirci, ‘Cocugun dilinin neden tutuldugu
    hala bilinmiyor’ diyor.

    KUCUK KİZ MEZAR ODASİNDA NE GORMUSTU

    İste bu olaydan sonra ‘mezar odasinin sirri’ iyice
    merak edilmeye baslanmis.

    Acaba kiz cocugu orada ne gormustu de dili
    tutulmustu?

    Bir iddiaya gore, oda cok karanlik oldugu icin cocuk
    cok korkmus ve gecirdigi travmadan dolayi dili tutulmustu.

    Ancak bir baska iddia daha var ki, o ‘mezar odasinin
    sirrini’ daha da koyulastiriyordu.

    Selcuklu Turkleri o tarihte mumyalama teknigini
    biliyorlarmis. Fatih Sultan Mehmed dahil 7 padisahin
    naasi mumyalanmis.

    Mevlana’nin naasi da mumyalandigi icin muhtemelen
    oyle duruyordu.

    Kiz cocugu orada yatan Mevlana’yi gorunce bu hale
    gelmis olabilirdi.

    Bu olay donemin onde gelen Mevlevilerini harekete
    geciriyor ve 1640 yilinda mezar odasinin agzi
    tuglayla orulup uzeri kursunla kaplaniyor.

    O tarihten sonra mezar odasinin agzindaki kursun
    hicbir zaman kaldirilmadi.

    Mezar odasi, sirlariyla birlikte belki de ebediyete
    kadar sessizlige gomuldu.

    1930’LU YİLLARDA MUZE MUDURUNUN ODASİNDA

    Ancak odanin hikayesi burada bitmiyor.

    Aradan 300 yil gectikten sonra, Misir’daki piramit
    sirlarina benzeyen bir dizi olay daha yasanacakti.

    Bu olayin iki tanigi vardi.

    Biri olayi yasayan Yusuf Akyurt isimli biri.

    Oteki de onun yasadigini Murat Bardakci’ya anlatan
    Abdulbaki Golpinarli Hoca.

    1930’lu yillarin guzel bir gununde, Mevlana Muzesi’nin
    Muduru Yusuf Akyurt odasinda tek basina otururken,
    aklina sandukanin altindaki mezar odasi gelir.

    İcinden ‘Acaba su odaya bir girsem de icinde ne
    oldugunu gorsem’ diye gecirir.

    Ancak tepki cekecegini dusundugu icin kararsizdir.

    O AN KAPİ CALİNDİ YASLİ ADAM GİRDİ

    Tam o esnada kapi calinir ve iceri, muzenin yasli
    odacisi girer.

    Bu yasli adam aslinda, Mevlevi dedesidir. Cumhuriyetin
    ilanindan sonra tekke ve zaviyeler kapandigi icin muzeye
    cevrilen turbede odaci olarak calismayi kabul etmistir.

    Yasli Mevlevi dedesi saygili bir sekilde iceri girer ve
    Yusuf Akyurt’un tuylerini diken diken eden su cumleyi soyler:

    ‘Sakin oraya inmeyi dusunmeyin...’

    Ancak bu saskinlik, muduru kararindan vazgecirmez.
    Mezara inmek uzere kursunla kapli kapagin onune gelir.

    Haliyi kaldirir. Tam kapagi acmak uzereyken, bir adam
    haykirarak iceri girer:

    ‘Mudur bey, yetis evin yaniyor...’

    Yusuf Akyurt gelinceye kadar evi kul olmustur.

    İste tam o sirada eline bir telgraf tutusturulur.

    Muze muduru baska bir yere tayin edilmistir.

    KONYA-ANKARA YOLUNDAKİ KAZA

    Konya-Ankara yolu o gun cok issizdi.

    Gun batmis, alacakaranlik etrafa hakim olmaya
    baslamisti.

    Uzaktan gelen kamyonun farlari, henuz tam karanlik
    hale gelmemis ufukta ciliz iki nokta gibi duruyordu.

    Soforun yaninda kapiya dayanmis sekilde oturan cocuk
    kimbilir hangi hayallere dalmisti.

    Kamyon bir kavise girdigi sirada kapi aniden acilir ve
    cocuk alacakaranligin icinde kaybolur.

    Kamyon durup, icindeki iki adam kapidan ucan
    cocuga ulastiklarinda is isten gecmistir.

    Cocuk oteki dunyaya gocmustur.

    Cocugun basinda duran ikinci adam, basi ellerinin
    arasinda hungur hungur aglamaktadir.

    O adam, Konya’dan tayini cikan Muze Muduru
    Yusuf Akyurt’tur.

    Kimine gore, mezar odasinin sirri, onu hala
    takip etmektedir.

    MEZARİN BASİNDA SOYLENEN SON SOZLER

    Yusuf Akyurt oglunun cenazesini alip Konya’ya doner.
    Cenaze toreninden sonra dogruca Mevlana Muzesi’ne
    gider ve sandukanin basinda ellerini acip haykirmaya baslar:

    ‘Yetmedi mi? Affet artik...’

    Butun bunlar neydi? Efsane mi? Gercek mi?

    Kucuk kizin dili niye tutulmustu? Yasli odaci,
    mudurun kafasindan gecen dusunceyi nasil anlamisti?

    Bunlarin cevabi yok.

    Ben bunlari anlatan insanlardan dinledim.

    Bildigimiz tek sey var. Mezar odasi 731 yildan
    bu yana sirrini muhafaza ediyor.

    Umarim bundan sonra da muhafaza etmeye
    devam eder.

    Cunku bilinmezligin yarattigi bazi mistik duygulara
    ebediyen ihtiyacimiz olacak.

    Cunku hepimizin icinde, sadece kendimize ait sirlarin
    saklandigi kucucuk odalar var.

    Uzerleri kursunla kapli kucucuk odalar...

SONNNNNNNNNNN....

“Beden bakımından ondan uzağız amma; 
Cansız bedensiz ikimiz de bir nuruz;
İster O’nu gör, ister beni...
Ey arayan kişi! Ben O’yum, O da ben

ATATÜRK VE MEVLANA

Atatürk'ün İslam ve Mevlana hakkında düşünceleri...

Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Konya konuşmaları, Atamızın din hakkındaki görüşlerini ortaya koyması açısından çok önemli bir yer tutmaktadır. İşte 20-23 Mart 1923 tarihleri arasında Konya’yı ziyareti sırasında yaptığı konuşmadan bölümler: “İslamiyet’in ilk parlak devirlerinde geçmişin mahsulü olan sağlıksız adetler bir zaman için kendini göstermemiş ve yüze çıkmamışsa da, biraz sonra İslamiyet’in gerçeklerine sarılmaktan İslam esaslarına göre hareket etmekten çok, geçmişin mirasa olan adet ve inançları dine karıştırmaya başlamışlardır.
Bu yüzden İslamiyet’e dahil bir akım kavimler, İslam oldukları halde düşmeye, sefalete, geriliğe maruz kaldılar. Geçmişlerin kötü ve batıl alışkanlıkları ve bu suretle gerçek İslamiyetten uzaklaştıkları için
kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar.

Bu İslam kavimleri içinde Türkler, milli gelenek ve görenekleri itibariyle bir taraftan İran, diğer taraftan Arap ve Bizans milletleri ile temas halindeydiler. Şüphe yok ki temasların milletler üzerinde etkileri görülür. Türklerin temas ettiği milletlerin o zamanki medeniyetleri ise çökmeye başlamıştı. Türkler bu milletlerin kötü adetlerinden, fena yönlerinden etkilenmekten nefislerini men edememişlerdir. Bu hal, kendilerinde bozukluk, cehalet ve insanlıktan öte zihniyetler doğurmasından uzak kalmamıştır. İşte gerileyişimizin belli başlı sebeplerinden birini bu nokta teşkil ediyor.

Milletimizin gerçek din bilginleri, din bilginlerimiz arasında da milletimizin hakkıyla iftihar edebileceği bilginlerimiz vardır. Fakat bunlara mukabil ilim kisvesi altında hakikatten ilimden uzak, gereğince ilim tahsil edememiş, ilim yolunda layığı kadar ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller vardır. Bunların ikisini birbirine
karıştırmamalıyız.

Efendiler, gerçek din bilginleri ile dine zararlı ulemanın birbirine karıştırılması Emeviler zamanında başlamıştır. Bilindiği üzere Sıffın vak'asında Hz.Ali’nin ordusuna karşı mızrak uçlarına Kur’an-ı Kerim
sayfalarını takarak saldırdılar. İşte o zaman dine fesatlık, İslam arasına nefretlik girdi ve o zaman hak olan Kur’an, haksızlığa kabule vasıta yapıldı. Halifelik hile ile el değiştirdi. Ondan sonra bütün müstebit hükümdarlar dini hep alet edindiler. İhtiras ve istibdatlarını kabul ettirmek için hep ulema sınıfına başvurdular.
Gerçek ulema, dini bütün bilginler, hiçbir zaman bu müstebit taç sahiplerine uymadılar. Onların emirlerini dinlemediler, tehditlerinden korkmadılar. Bu gibi ulema kamçılar altında dövüldü, memleketlerinden sürüldü, zindanlarda çürütüldü, darağaçlarında asıldı. Lakin onlar yine o hükümdarların keyfini dine alet etmediler. Fakat gerçek durumda bilgin olmamakla beraber, sırf o kisvede bulundukları için bilgin sanılan, menfaatine düşkün, haris ve imansız bir takım hocalar da vardı. Hükümdarlar işte bunları ele aldılar ve işte bunlar, dine uygundur diye fetva verdiler. İcap ettikçe yanlış hadisler bile uydurmaktan çekinmediler. İşte o tarihten beri saltanat tahtında oturan, sarayda yaşayan kendilerine halife namı veren baskıcı hükümdarlar bu gibi hoca kıyafetli cahillere iltifat edip, onları himaye ettiler. Hakiki ve imanlı ulema her vakit ve her devirde onların kinini çekti.

Böyle yapan halifelerinin ve din bilginlerinin arzularına muvaffak olmadıklarını tarih bize misallerle izah ve ispat etmektedir. Artık bu milletin ne böyle hükümdarlar, ne böyle alimler görmeye tahammülü ve imkanı yoktur. Artık kimse böyle hoca kıyafetli sahte alimlere önem verecek değildir. Eğer onlara karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz; derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım.Onların menfi yönde atacakları bir adım, yalnız benim şahsi imanıma değil, o adım benim milletimin kalbine havale edilmiş kanlı bir hançerdir. Benim ve benimle hemfikir arkadaşlarımın yapacağı şey mutlaka o adamı tepelemektir.”

Evet, yıllar önce ve olağanüstü şartlarda kullanılmış bu ifadeler Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün ne kadar büyük bir kimliğe sahip olduğunun ispatıdır.
Yüce Atatürk’ün Hz.Muhammed'e duyduğu büyük sevgi ile birlikte Hz.Mevlana’nın da fikirlerine duyduğu hayranlık onun tüm hayatını ve icraatlarını etkilemiş, din konusundaki ifadelerine temel teşkil etmiştir. Bir Konya ziyareti sırasında söylediği şu sözler Hz.Mevlana'ya gösterdiği sevgi ve saygının delili gibidir: “-Ne zaman bu şehre gelecek olsam, içimde bir heyecan duyarım. Hz.Mevlana düşünceleriyle benliğimi sarar. O çok büyük bir dahi, çağları aşan bir yenilikçi...”

Cumhuriyet'in ilanından sonra, tekke ve türbelerin kapatılması hazırlıkları yapılırken, Başbakan İsmet İnönü'ye "Mevlana Dergahı ve türbesinin kapatılmayarak kendi eşyası ile birlikte müze olarak düzenlenmesi ve ziyarete açılması"emrini vermiştir. Bir süre sonra, Bakanlar Kurulu kararı ile dergah, müze haline getirilmiştir.

Atatürk, 18 Şubat 1931 günü Konya'ya 9'uncu defa geldiği zaman, Konya'da 11 gün oturmuş, bu arada 21 Şubat 1931 gününü tamamen artık müze halinde ziyarete açık bulundurulan Mevlana Müzesi'nde geçirmiştir.

Bu ziyaret sırasında eski Konya Milletvekillerinden Fuat Gökbudak ve o günlerde Konya Azar-ı Atika Müzesi müdürü olan Yusuf Akyurt'un ayrı ayrı anlattıklarına göre, Atatürk müze müdürünün odasına girer girmez, niyaz penceresi üzerindeki rubaiyi görmüş, Farsça'yı çok iyi bilen Hasan Ali Yücel'e tercümesini yaptırmıştır. Atatürk tercümedeki: "Ey keremde, yücelikte ve nur saçıcılıkta güneşin, ayın, yıldızların kul olduğu sen. Garip aşıklar, senin kapından başka bir kapıya yol bulmasınlar diye öteki bütün kapıları kapanmış, yalnız senin kapın açık kalmıştır." ibaresini işitir işitmez şöyle demiş:

"Hz.Mevlana'nın büyüklüğü burada bir kere daha kendini gösterdi... Doğrusu ben, 1923 yılındaki ziyaretim sırasında, bu dergahı kapatmayalım Müze olarak halkın ziyaretine açalım, diye düşünmüş; bir yıl sonra dergah ve tekkelerin kapatılması kanunu çıkar çıkmaz İsmet Paşa'ya Mevlana dergahı ve türbesini kendi eşyası ile Müze haline getir emrini vermiştim. Görüyorum ki, şu okuduğumuz rubainin hükmünü yerine getirmişim. Bakınız ne kadar mükemmel bir Müze olmuş..."

Değerli tarihçi Cemal Kutay’ın ifadelerine göre, Mustafa Kemal’e emrindeki yardımcılarının “Paşam Hz.Mevlana’nın makamını müze haline getirmeniz üzerine halk buraya akın etmeye başladı. Bu bir sakınca
doğurmasın” demeleri üzerine Atatürk’ün verdiği cevap ilginçtir:


“-Eğer, Hz.Mevlana’yı hakkıyla tanımak ve benimsemek için ziyarete gitmekte olduklarına inansam öteki dergahların da açılmasını sağlardım. Çünkü, Hz. Mevlana’yı tanımak ve anlamak zaten diğer tüm tehlikeleri de ortadan kaldırmaktadır.”


Mevlana'ya sormuşlar sevgili nasıl olmalı

Mevlana'ya sormuşlar sevgili nasıl olmalı
Mevlanaya sormuşlar "sevgili" nasıl olmalı diye...

Sevilecek biri olmadığı zamanl...arda bile seni sevmeli
Sarılacak biri olmadığı zamanlarda bile sana sarılmalı
DAYANILMAZ OLDUĞUN ZAMANLARDA BİLE SANA DAYANMALI!!
Sevgili dediğin fanatik olmalı
Bütün dünya seni üzdüğünde sana moral vermeli
Güzel haberler aldığında seninle oynamalı
Ve ağladığında seninle ağlamalı...
Ama hepsinden daha çok;
Sevgili matematiksel olmalı;
Sevgili çarpmalı,
Sevgili bölmeli,
Geçmişi çıkarmalı,
Yarınını toplamalı,
Kalbinin derinliklerinde ihtiyacı hesaplamalı
Ve her zaman
Bütün parçalardan daha büyük olmalı...
İşi bitince seni bir tarafa atmamalı...

MEVLEVİLİK

MEVLEVİLİK


1- Kuruluşu


Ölüm gününü Hakk’la vuslat, sevgiliye kavuşma günü sayan Hz.Mevlânâ’nın bu dünyadan göçüp, sonsuzluk âlemine doğmasıyla onu tanıyanlar, fikir ve görüşlerini benimseyenler büyük acılara boğuldular. Başta oğlu Sultan Veled, Çelebi Hüsâmeddin ve diğerleri...


Hz.Mevlânâ’nın fikirleri ve yaşantısı kurumlaşmalı, yüzyıllar boyu tüm insanlığa uzanan bir el olmalıydı. İnsanlığı sevgiye, hoşgörüye, iyiliğe, doğruluğa ve güzel ahlâka yani İslâm’a çağıran bir el...


İslâm Peygamberi, yaratılmışların en yücesi Hz.Muhammed’in yüzyıllar önce tüm insanlığa yaptığı çağrıyı Hz.Mevlânâ da yineliyordu.


Bâzâ! Bâzâ! Her ân çi hestî bâzâ


Ger kâfîr u gebr u bût-perestî bâzâ


İn dergeh-i mâ, dergeh-i novmîdî nîst


Sad bâr eger tövbe-şikestî bâzâ





Gel!.. Ne olursan ol, yine gel...


İster kâfir ol, ister ateşe tap, ister puta...


İster yüz kere tevbe etmiş ol, ister yüz kere bozmuş ol tevbeni...


Bizim kapımız umutsuzluk kapısı değil, nasılsan öyle gel. [28].


Çelebi Hüsâmeddin döneminde başlayarak, Sultan Veled ve onun oğlu Ulu Ârif Çelebi zamanında toplanan Mevlânâ âşıkları, Mevlevîlik Tarîkatı’nın temelini attılar ve sistemini oluşturdular. Muhtelif yerlerde tekkeler kurdular, vakıflar sağladılar, insanların gönüllerine ışık götürdüler [29].


Çok uzun bir süre geçmemesine rağmen Anadolu’nun pek çok yerinde Mevlânâ âşıkları mevlevîhânelerde toplanmaya başladılar. Oradan Arap Yarımadası’na,


Asya ve Avrupa’ya yayıldılar. Artık padişahlar da, gedâlar da aynı posta baş kesmedeydiler. Sultan III.Selîm, Sultan II.Mahmud gibi bir döneme damgasını vuran Osmanlı sultanları mevlevîhânelerde şeyhlerinin dizlerine baş koymadaydılar. Aşk, sınır tanımaksızın yüreklere ateşler yaktı, yaktı...


2 - Çile Sistemi


Mevlevîlik, mânevî bir eğitim sistemi olarak tarîkate giren nevniyâzları binbir gün süren “çile” denilen bir eğitimden geçiyordu. Çile şöyle uygulanıyordu:


Mevlevî olmaya karar veren kişi gençse, ailesinin rızâsı alınırdı. Kendisine bu yolun güçlükleri anlatılır, ısrâr eder ve kabûl olunursa “matbah” denilen eğitim bölümünde, kapıdan girince hemen sol tarafta, kapı dibinde bulunan postta üç gün oturtulurdu. Bu üç gün içinde iki diz üstünde başı eğik olarak oturan aday, orada yapılan işleri seyreder, mecbûriyet olmadıkça konuşmaz, mecbûr olmadıkça posttan kalkıp bir yere gidemezdi. Üç gün sonra huzûra çıkar, kararında durduğunu söylerse, geldiği elbiseyle on sekiz gün getir-götür işlerine bakardı. On sekiz günün sonunda ona artık mevlevîlerin özel kıyafetleri giydirilir ve çilesi başlamış olurdu.


Çile esnasında ortalığı silip süpürmek, odun getirmek, çarşıdan alış-veriş yapmak, çamaşır yıkamak gibi günlük işleri yapmaktan başka mutlaka sema’ meşk eder, mesnevî okur, kâbiliyeti varsa ney üflemek, kudüm vurmak, âyin okumak gibi mûsikî sanatı ile yahut hat, tezhîb, minyatür gibi diğer güzel sanatlarla ilgilenirdi. Bu meşklere, çilesini doldurmuş, hücre sahibi olmuş “dede” ler nezâret ederdi [30].


3 - Mevlevîlik ve Sanat


İslâm dininde mûsikî ve raksla ilgili ilk belgelere Meraga’lı Abdülkâdir’in Makâsidü’l Elhân adındaki eserinde, sema’a ise mîlâdî X.yüzyıldan itibaren bazı kaynaklarda rastlanır [31].


Mevlânâ’nın büyük bir din ve sanat bilgini olarak mûsikî hakkında yüceltici fikirleri vardı. Sofiyane vecd ve isitiğrakın, ilâhî ilham ve neşvenin kaynağı haline gelmiş olan gönlünü şiir, mûsikî ve sema’ gibi üç güzel sanatın ulviyet ve kudsiyetinde eritmişti. Bilhassa mûsikîyi bütün maddî ve fizîkî hâdiselerin üstünde tamamen ilâhî bir anlayış ve sezişle “Elest Bezmi’nin âvâzesi” diye târif etmişti. Bu yüzden mevlevihâneler, mânevî eğitim işlevlerinin yanı sıra devrin güzel sanatlar akademileri yahut konservatuarlarıydılar [32].


Mevlevîlerin zikri olan sema’, mutlaka mûsikî eşliğinde yapıldığından, mevlevîhânelerde nazarî ve amelî mûsikî eğitimi yaptırılmış, bu sebeple Türk Mûsikîsi’nin en büyük bestekârları mevlevîhânelerden yetişmişlerdir. Bu eğitimin yanı sıra edvârlar ve muhtelif nota mecmuaları tertip edilerek, eserlerin gelecek nesillere intikâli de sağlanmıştır.


Mûsikî sanatımız üzerinde Mevlevîliğin tesiri o kadar büyüktür ki, “Türk Klâsik Müziği mevlevîhânelerde gelişmiştir” denebilir.


Nefî, Neşâti, Fasih Ahmed Dede, Esrâr Dede, Nâbi, Şeyh Gâlib gibi divân edebiyatımızın büyük şairleri de mevlevîdirler [33].


Hz.Mevlânâ’nın tasavvufunda gâye aşktır. Hz.Mevlânâ, insanın sûretiyle değil, sîretiyle -yani iç âlemiyle- ilgilenmiş, rûhî olgunlaşmayı ve ahlâk kaidelerinin en yücelerine ulaşmayı hedef almıştır. Mevlevîlikte, tamamen rûhî bir tezâhür olan şiir, mûsikî, raks ve diğer güzel sanatlar insanı kötülüklerden uzaklaştırıp, ilâhî amaca yaklaştıracak araçlar olarak görülmüş, bu yüzden Mevlevîliğin önemli rükünleri hâline gelmiştir.


4 - Semâ’ Töreni


Mevlevîlik deyince ilk akla gelen semâ’, lügatte işitmek mânâsındadır. Terim olarak, mûsikî nağmelerin dinlerken vecde gelip hareket etmek, kendinden geçip dönmektir. Hz.Mevlânâ zamanında belli bir nizâma bağlı kalmaksızın dînî ve tasavvûfî bir coşkunluk vesîlesiyle icrâ edilen sema’, sonradan Sultan Veled ve Ulu Ârif Çelebi zamanından başlayarak Pîr Âdil Çelebi zamanına kadar tam bir disiplin içine alınmış, sıkı bir nizâma bağlanmış; icrâsı öğrenilir ve öğretilir olmuştur [34]. Böylece XV.yüzyılda son şeklini alan Sema’ Töreni’ ne daha sonra sadece XVII.yüzyılda Nâ’t- ı Şerîf eklenmiştir [35].


Sema’, sembolik olarak, kâinatın oluşumunu, insanın âlemde dirilişini, Yüce Yaratıcı’ya olan aşk ile harekete geçişini ve kulluğunu idrak edip “İnsan- ı Kâmil” e doğru yönelişini ifâde eder [36].





Mutrıb ve semâzenlerin şeyh postunu selâmlayıp, semâhânede yerlerini almalarından sonra şeyh efendi semâhâneye girer, mutrıb ve semâzenleri selâmlayıp posta oturur [37].


Mutrıbdaki saz grubu asıl olarak neylerden oluşur. Bulunduğu takdirde bu heyete rebab, kanun, tanbur gibi diğer sazlar da ilâve edilir. Neyzenlerin başında bir neyzenbaşı, âyinhanların başında da kudümzenbaşı vardır. Bütün mukaabeleyi kudümzenbaşı yönetir. Âyinhanlar iki veye üç kudümle usûl vurarak eseri okurlar. Ayrıca âyinhanlardan biri halîle (zil) ile, bir diğeri de zilsiz def (bendir) ile usûle iştirak eder [38].


Sema’ Töreni, “Nâ’t-ı Şerîf’le başlar. Nâ’t-ı Şerîf kâinatın yaratılmasına vesîle olan, yaratılmışların en yücesi Hz.Muhammed’i öven, Hz.Mevlânâ’nın bir şiiridir. XVII.yüzyılda bestekârlarından “Itrî” adıyla tanınan Buhûrîzâde Mustafa Efendi’nin Rast makamından bestelediği bu na’t-i, na’t-hân ayakta ve sazsız okur.


Na’t’i, kudüm darbları izler. Bu Yüce Yaratıcı’nın kâinata “ol” emridir. İslâm inanışına göre Allah, insanın önce cansız bedenini yaratmış, sonra ona kendi ruhundan üfleyerek diriltmiştir. Na'’t’den sonra yapılan ney taksimi işte bu ilâhî nefesi temsîl eder [39].


Taksimden sonra peşrevin başlaması ile şeyh efendi ve semâzenler, sema’ meydanında sağdan sola doğru dârevî bir yürüyüşe başlarlar. Semâ’ meydanını üç kez dolaşmaktan ibâret olan bu yürüyüşe “Devr-i Veledî” denir [40].


Semâhânenin giriş kapısı ile tam karşıdaki kırmızı post arasında var olduğu kabul edilen bir çizgi, semâhâneyi iki yarım daireye böler. “Hatt-ı istivâ” denilen bu çizgi, mevlevîlerce kutsal sayılır ve aslâ üzerine basılmaz [41].


Devr-i Veledî esnâsında, şeyh postunun hemen önünde sema’ törenine adını veren bir olay cereyan eder; “mukâbele” yani karşılaşma...Semâ’ meydanının sağ tarafından post hizasına gelen semâzen, Hatt-ı İstivâ’ya basmadan ve posta sırt çevirmeden dönerek karşıya geçer. Böylece arkasından gelen semâzenle karşı karşıya gelir. Bir an göz göze gelen iki derviş, aynı anda öne doğru eğilerek birbirlerine baş keserler. Buna “Mukâbele” denir [42].


Postun tam karşısında Hatt-ı İstivâ’nın sema’ meydanını kestiği noktaya gelen derviş burada da baş keser ve Hatt-ı İstivâ’ya basmadan yürüyüşüne devam eder [43].


Üçüncü devrin sonunda şeyh efendinin posttaki yerini almasıyla Devr-i Veledî tamamlanır. Bu devirler, şeyh denilen mânevî terbiyecinin rehberliğinde Mutlak Hakîkat’i “İlm-el Yakîn” olarak bilişi, “Ayn-el Yakîn” olarak görüşü, “Hakk-al Yakîn” olarak da O’na erişi sembolize eder [44].


Kudümzenbaşının Devr-i Veledî’nin bittiğini îkâz eden vuruşları ile neyzenbaşı kısa bir taksim yapar ve âyin çalınmaya başlar. Semâzenler tek tek şeyh efendiden icâzet alıp, sema’a başlarlar [45].


Sema’, her birine “selâm” adı verilen dört bölümden oluşur ve semâzenbaşı tarafından idâre edilir. Semâzenbaşı, semâzenlerin dönüşlerini kontrol ederek intizâmı temin eder [46].


I.Selâm, insanın kendi kulluğunu idrâk etmesidir.


II.Selâm, Allah’ın büyüklüğü ve kudreti karşısında hayranlık duymayı ifâde eder.


III.Selâm bu hayranlık duygusunun aşka dönüşmesidir.


IV.Selâm ise insanın yaratılıştaki vazîfesine yani kulluğa dönüşüdür. Çünkü İslâm’ da en yüce makam, kulluktur [47].


IV.Selâm’ın başlaması ile “postnişîn” yani şeyh efendi de hırkasını çıkarmadan ve kollarını açmadan sema’ a girer. Postundan sema’ meydanının ortasına kadar dönerek gelir ve yine dönerek postuna gider. Buna “Post Semâ’ı” denir.


Bu arada IV.Selâm bitmiş, Son Peşrev ve Son Yürüksemâî çalınmış, son taksim yapılmaktadır [48].


Şeyhin posttaki yerini almasıyla Son Taksim de sona erer ve Kur’an-ı Kerîm’den bir bölüm yani “Aşr-ı Şerîf” okunur. Son dualar, Allah’ın adı olan “Hû” nidâları ile son selamlaşmalarla Semâ’ Töreni sona erer. Şeyh Efendi’den sonra semâzenler ve mutrıp da şeyh postunu selâmlayıp semâhâneyi terkederler [49].

MEVLANA ESERLERİ

- Eserleri  
Hz.Mevlânâ’nın en büyük eseri, Türk- İslâm sanatının şaheserlerinin başında gelen Mesnevî’sidir. 25000’i aşkın beyitten oluşan bu eserde, İslâm düşüncesi çeşitli  hikâye ve darb-ı mesellerle anlatılmaktadır. Form gereği arûzun “fâilatün/ fâilatün/ fâilün” vezniyle ölçülmüş olan eserin beyitleri kendi aralarında kâfiyelidir. Mesnevî’nin ilk 18 beyti Hz.Mevlânâ’nın bizzat kendisi tarafından yazılmış, kalanı ise Çelebi Hüsâmeddin tarafından kaleme alınmıştır [22].
Muhtelif zamanlarda söylediği gazelleri Dîvân-ı Kebîr yahut Dîvan-ı Şems-i Tebrîzî adlarıyla toplanmıştır. (Hz.Mevlânâ kendisini Şems-i Tebrîzî ile bir kabûl ettiğinden, şiirlerinde Şems-i Tebrîzî mahlasını kullanmıştır). Arûzun çeşitli kalıplarının kullanıldığı bu şiirlerde, muhtelif konular işlenir [23].
Dörtlükleri de Rubâiyyât başlığı altında toplanmıştır [24].
Fîhi-mâ-fîh, Hz.Mevlânâ’nın sohbetlerinin not edilmesinden meydana gelmiş Farsça mensûr eseridir. Bu eserde âyetler tefsîr edilmiş, hadîsler şerhedilmiş, böylece tasavvufî dünya ve ahiret görüşleri amel, ahlâk, ibâdet konuları hikâyelere bağlanarak anlatılmıştır [25].
Hz.Mevlânâ’nın bir diğer eseri de yedi vaazının veya öğüdünün not edilmesiyle meydana gelen Arapça-Farsça mensûr eseri Mecâlis-i Seb’a’ dır. Bu vaazların Şems-i Tebrîzî ile buluşmadan önce Konya câmilerinde oğlu Sultan Veled ve diğer kâtipler tarafından yazıldığı rivâyet olunur [26].
Mektûbât da Hz.Mevlânâ’nın mensûr eserlerindendir. Başta Alâeddin Keykûbat olmak üzere Selçuklu Devleti’nin ileri gelenlerine, dostlarına herhangi bir konu ile ilgili olarak yazdığı 145 mektubun bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur [27].
Hz.Mevlânâ’nın gerek mensûr ve gerekse de manzûm tüm eserlerinde; olağanüstü bir akıcılık gözlenir. Üslûbu süslü fakat anlaşılırdır. Âyetler, hadîsler hikâyelerle açıklanmış; konular zevkle takip edilir bir hâle getirilmiştir.